ArabicAzerbaijaniEnglishFrenchGermanRussianSpanishTurkish

Vergi Kaydı Olmamasına Rağmen Sigorta Kaydının Resen Tescil Edilerek Primlerin Ödenmiş Olması - Sigorta Başlangıç Tarihinin Tespiti

11-05-2021 - 505

Vergi Kaydı Olmamasına Rağmen Sigorta Kaydının Resen Tescil Edilerek Primlerin Ödenmiş Olması - Sigorta Başlangıç Tarihinin Tespiti


Bu kararı Favorilerinize Eklemek veya Kopyalayabilmek için giriş yapın veya üye olun
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
2016/1602
2020/711
2020-10-06





MAHKEMESİ :İş Mahkemesi

Taraflar arasındaki “tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İzmir 1. İş Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

Direnme kararı davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ

Davacı İstemi:

Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin aylık dergi sahibi olarak mülga 1479 sayılı Kanun kapsamında çalışmaya başladığını ve 20.04.1982 tarihinde 0512872592 sicil numarası ile Kurum tarafından tescilinin yapıldığını, 01.01.1985 tarihi itibariyle ise Avukatlık Topluluk Sigortası kapsamına girdiğini, 1479 sayılı Kanun kapsamındaki prim borçlarını 30.06.1997 ve 30.07.2008 tarihinde ödediğini, 01.04.2008 tarihinde yaşlılık aylığı talebinde bulunduğunu ancak Kurum tarafından topluluk sigortasına girişi işe başlangıç tarihi olarak kabul edildiği için tahsis talebinin kabul edilmediğini ileri sürerek sigortalılık başlangıç tarihinin 20.04.1982 tarihi olarak tespiti ile 01.04.2008 tarihi itibariyle yaşlılık aylığına hak kazandığının tespitine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Cevabı:

Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı (SGK) vekili cevap dilekçesinde; davacının talep ettiği dönem yönünden vergi kaydının bulunmadığını ve süresinde Kuruma başvurusunun olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkeme Kararı:

İzmir 1. İş Mahkemesinin 29.09.2014 tarihli ve 2014/53 E., 2014/646 K. sayılı kararı ile; davacının vergi kaydından dolayı 1479 sayılı Kanun kapsamında 20.04.1982 tarihi itibariyle resen 0512872592 Bağ-Kur sicil numarasıyla tescil edildiği, 20.04.1982 tarihinden itibaren tahakkuk eden prim borçlarını 4247 sayılı Kanun gereğince 30.06.1997 tarihinde ödediği, tahsis talep tarihine kadar çekişme oluşturulmayan, yöntemince gerçekleşen ve primleri tahsil edilen 1479 sayılı Kanun kapsamındaki sigortalılığına geçerlilik tanıması gerektiği, tahsis talebinde bulunduğu 01.04.2008 tarihi itibariyle Bağ-Kur prim borcu bulunmadığı ve diğer şartları sağladığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Özel Dairenin Bozma Kararı:

İzmir 1. İş Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı SGK vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince 15.10.2015 tarihli ve 2014/26141 E. 2015/18477 K. sayılı kararı ile;

"Davacı, 20.4.1982 tarihinin 1479 sayılı yasa kapsamında sigorta başlangıcı olarak kabulü ile 1.4.2008 tarihinden itibaren emekliliğe hak kazandığının tespitini istemiştir.

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş ise de; verilen bu karar usul ve yasaya uygun bulunmamaktadır.

Dosyadaki kayıt ve belgelerden, davacının Kurum tarafından resen 21.11.1990 tarihinde 20.4.1982 tarihi esas alınarak tescil edildiği, Kurumun tescil sırasında davacının vergi kaydına istinaden işlem yaptığı ancak sonrasında bu tarihler arasında vergi kaydının bulunmadığının öğrenilmesi üzerine 20.4.1982-31.12.1984 tarihleri arasındaki sigortalılığının iptal edildiği, bu döneme ait primleri 1997 yılında af kapsamında alındığı anlaşılmaktadır.

Davanın yasal dayanağını oluşturan, 1.4.1972 tarihinde yürürlüğe giren 1479 sayılı Yasa'nın 24. maddesinde zorunlu Bağ-Kur sigortalılığı için esnaf sicili veya kanunla kurulu meslek kuruluşu kaydı aranırken 4.5.1979 tarihinde yürürlüğe giren 2229 sayılı Yasa ile 1479 sayılı Yasa’nın 24. maddesinin öngördüğü meslek kuruluşlarına kayıtlı olma koşulu kaldırılmış sadece yasanın temel ilkesi olan kendi ad ve hesabına çalışma koşulu getirilmiş, 20.4.1982 tarihinde yürürlüğe giren 2654 sayılı Yasa ile 1479 sayılı Yasa'nın 24. maddesi değiştirilerek zorunlu Bağ-Kur sigortalılığı için gelir vergisi mükellefi olması şartı getirilmiş ancak gelir vergisinden muaf olanlar için meslek kuruluşuna kayıtlı olma yeterli görülmüş, 22.3.1985 tarihinde yürürlüğe giren 3165 sayılı Yasa ile 24. madde değiştirilerek zorunlu Bağ-Kur sigortalılığı için vergi kaydı veya esnaf sicil kaydı veya oda kaydının bulunması yeterli görülmüş, 2.8.2003 tarihinde yürürlüğe giren 4956 sayılı Yasa ile 24. madde değiştirilerek zorunlu Bağ-Kur sigortalılığı için gelir vergisi mükellefi olma şartı getirilmiş ancak gelir vergisinden muaf olanlar için esnaf sicil kaydı ve oda kaydının bir arada bulunması yeterli görülmüştür.

Sosyal güvenlik hakkı, temel insan haklarından olup, uluslararası hukuk normları ile Anayasalarda güvence altına alınmıştır. Ülkemizin ekonomik, sosyal ve kültürel değişimi sosyal güvenlik haklarına olumlu yansımakla birlikte, kimi zaman bu hakları sınırlayıcı düzenlemelere gidildiği de görülmektedir.

Uyuşmazlığın çözümü, sigortalılık niteliğini taşımadığı halde Bağ-Kur’a kayıt ve tescil yaptırmış olanlar hakkında Bağ-Kur Kanununda öngörülen düzenlemelerin irdelenmesini zorunlu kılmaktadır.

1479 sayılı Kanunda sigortalılık hak ve mükellefiyetlerinin belirli tarihlerden başlatılmasını zorunlu kılan düzenlemeler yer almaktadır. Ancak her ne kadar davacının 20.4.1982 tarihinde Kurum tarafından tescil işlemi yapılmış olsa da belirtilen tarihte sigortalı olmak için şartları sağlamadığından bu tarih sigorta başlangıcı olarak kabul edilemez.

Yapılacak iş; öncelikle davacının 20.4.1982 tarihinde vergi kaydı bulunmaması nedeniyle bu tarihi sigorta başlangıcı olarak kabul etmeyerek davacının yaşlılık aylığı talebini değerlendirmekten ibarettir.

Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.

O halde, davalı Kurumun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.” gerekçesiyle karar bozulmuştur.

Direnme Kararı:

İzmir 1. İş Mahkemesinin 01.02.2016 tarihli ve 2015/568 E., 2016/40 K. sayılı kararı ile; temel insan hakları arasında yer alan, devredilmesi ve vazgeçilmesi mümkün olmayan sosyal güvenlik hakkına ilişkin uyuşmazlıkların çözümünde, hakkın özünü ortadan kaldıracak yaklaşımlardan kaçınılarak, hak sahibi lehine yorum ve yaklaşım gösterilmesi gerektiği, Bağ-Kur sigortalılık sisteminde geçmişe dönük sigortalılık süresi tespitine olanak veren düzenleme mevcut olmadığı ancak davalı Kurum tarafından vergi kaydı esas alınarak re'sen tescil gerçekleştirilip, cebri icra tehdidi altında primlerin tahsilatı gerçekleştirildikten sonra davacının tescile dayanak vergi kaydını ibraz edemediği için sigortalılığını geçmişe dönük olarak iptal işlemin sosyal güvenlik hakkının özüne zarar verdiği ve sosyal güvenlik sisteminin temel amacı olan, sosyal güvenlik hakkı kapsamında yapılan işlemlerle geleceğe yönelik olarak oluşturulması gereken güven duygusu ve sigortalılık konusunda öngörülebilir bir statüye sahip olunması gereklerini ortadan kaldırdığı gerekçesiyle ve önceki gerekçeler tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi:

Direnme kararı süresi içinde davalı SGK vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olay bakımından davacının 20.04.1982 tarihinde vergi kaydı bulunmadığı hâlde Kurum tarafından resen tescil edilerek prim ödediği hususu göz önüne alındığında 1479 sayılı Kanun kapsamındaki sigortalılık başlangıç tarihinin 20.04.1982 olarak tespitinin mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE

Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle dürüstlük kuralı ve iyi niyete ilişkin hususlar ile bu konuda yer alan yasal düzenlemelerin incelenmesinde yarar bulunmaktadır.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) “Dürüst davranma” başlıklı 2. maddesinde;

“Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.” hükmüne yer verilmiştir.

Buna göre; dürüstlük kuralı, herkesin uyması gerekli olan genel ve objektif bir davranış kuralıdır. Genel olarak dürüstlük kuralı kişilerin tarafı oldukları hukuki ilişkilerde dürüst, namuslu, ahlâklı ve diğer kişilerde yaratılan güvenle tutarlı şekilde davranmalarını ifade eder. Buna göre belirli bir hukuki ilişkide dürüstlük kuralına uygun davranış; toplumdaki dürüst, namuslu ve orta zekâlı bir kişinin, genel ahlâk, doğruluk ve karşılıklı güven esaslarına uygun davranış biçimidir. Dürüstlük kuralına uygun bu davranışın belirlenmesinde, toplumda geçerli olan genel ahlâk kuralları, günün adet ve uygulamaları, davranışın söz konusu olduğu hukuki ilişkilerin içerik ve amaçları da dikkate alınacaktır (Dural, M./Sarı, S.: Türk Özel Hukuku, 6. Baskı, İstanbul 2011, s. 226-227).

Diğer bir anlatımla dürüst davranma “bir hak sahibinin hakkını kullanırken veya bir borçlunun borcunu yerine getirirken iyi ve doğru hareket etmesi yani dürüst, namuslu, makul, fiilinin neticesini bilen, orta zekalı her insanın benzer hadiselerde takip edecek olduğu yolda hareket etmesi” anlamındadır.

TMK’nın 2. maddesinde, hukuk düzeninin kişilere tanıdığı bütün hakların kullanılmasında göz önünde tutulması ve uyulması gereken iki genel ilkeye yer verilmektedir: Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı. Hukuk düzeni, kişilere tanıdığı her bir hakkın kapsamı ile bunların kullanılmasının şartlarını ve şeklini ilgili hak yönünden özel olarak düzenlemiştir. Ancak, hayatın sonsuz ihtimallerinin önceden öngörülmesinin ve bunların en küçük ayrıntılara kadar düzenlenmesinin imkânsızlığı karşısında, bütün hakların kullanılmasında dikkate alınacak genel bir sınırlama koyma ihtiyacı duyulmuştur. Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı, bu açıdan uyulması gerekecek genel kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır (Dural / Sarı, s. 225).

TMK’nın 2. maddesinde, hakların dürüstlük kuralına uygun kullanılması gerektiği ifade edilmiş, ardından hakların açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeninin korumayacağı belirtilmiştir. Bu ifade şeklinden yola çıkarak; bir hakkın kullanılmasında dürüstlük kuralına uyulmamasının müeyyidesinin, bu hakkın açıkça kötüye kullanılmış sayılması ve hukuken korunmaması olduğu kabul edilebilir (Dural / Sarı, s. 225).

Bir hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanılması suretiyle başkasına bir zarar verilmesi hakkın kötüye kullanımını oluşturur. TMK’nın 2/I. maddesi herkesin haklarını, toplumda geçerli doğruluk, dürüstlük ve iş ilişkilerinin gerektirdiği karşılıklı güven anlayışına uygun olarak kullanmasını emreder. Hakkın kullanımı ölçütünü TMK'ye göre dürüstlük kuralları verir. Bunun yanında ayrıca hak sahibinin başkasını ızrar kastıyla hareket etmiş olup olmadığını araştırmaya gerek yoktur. Önemli olan başkasına zarar vermek kastı değil, hakkın dürüstlük kurallarına aykırı olarak kullanılması sonucunda başkasının zarar görmüş olmasıdır.

Bunun yanında aynı Kanun’un “İyiniyet” başlıklı 3. maddesinde de:

“Kanunun iyi niyete hukukî bir sonuç bağladığı durumlarda, asıl olan iyi niyetin varlığıdır. Ancak, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyi niyet iddiasında bulunamaz.” düzenlemesi yer almaktadır.

İyi niyet kavramına, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu'nun değişik maddelerinde yer verilmiş olmakla beraber, bu hükümlerin hiçbirinde iyi niyetin tam bir tanımı yapılmış değildir. Ancak TMK’nın 3 ve 1024. maddeleri başta olmak üzere, yasal hükümlerin içeriğinden hareketle, iyi niyetin genel bir tanımının yapılması mümkündür. Buna göre iyi niyet, bir hakkın kazanılması veya bir hukuki sonucun doğması yönünden mevcut bir engeli, bir eksikliği veya benzeri bir olguyu bilmemek ve hâlin gerektirdiği özen gösterilse dahi bilecek durumda olmamaktır. İyi niyetin tersi olan kavramı kötü niyet oluşturur. Kötü niyet de, bir hakkın kazanılması veya bir hukuki sonucun doğması yönünden mevcut bir engeli, bir eksikliği veya benzeri bir olguyu bilmek veya hâlin gerektirdiği özen gösterildiğinde bilebilecek durumda olmak şeklinde tanımlanabilir.

Bu tanımlar ve tanımların dayandığı kanun hükümleri dikkate alındığında, iyi niyet ve kötü niyet; belirli bir olay veya olguya ilişkin olarak, bir kişinin bilgisine ve inancına yönelik yapılan bir değerlendirmeyi ifade etmektedir. Bu değerlendirme sonucuna göre bir kişinin belirli bir durum karşısında iyi niyetli veya kötü niyetli olduğundan söz edilmektedir. Bu açıdan, iyi niyet kişiye özel olup, subjektif bir nitelik taşır. Bununla beraber, günlük hayatta ve bazı kararlarda iyi niyetli olma, kötü niyetli olma bir davranış şekli olarak ele alınmakta; kişilerin iyi niyetli veya kötü niyetli hareket ettiğinden bahsedilmektedir. Bu şekilde kullanımın, Medeni Kanunda iyi niyet ve kötü niyet kavramlarına verilen anlama uygun olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Bununla beraber bu tarz bir kullanımda, yürürlükten kalkan 743 sayılı Medeni Kanun'un “herkes haklarını kullanmakta ve borçlarını ifada hüsniniyet kaidelerine riayetle mükelleftir” şeklindeki 2. maddesinin de etkisi vardır. Halbuki hakların kullanılması ve borçların ifasında geçerli davranış kuralları, herkes yönünden uygulanacağından, objektif bir nitelik taşımaktadır. Bu gerçeği göz önünde bulunduran TMK'nın 2. maddesinde herkesin “haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorunda” olduğu belirtilmiş, söz konusu davranış kurallarını, dürüstlük kuralı kavramı ile ifade etmiştir. Her ne kadar farklı kavramlar olsalar da, dürüstlük kuralı ve iyi niyetin temelinde namuslu, doğru ve dürüst davranma kuralı yer alır (Dural/ Sarı, s. 218-219).

Ancak TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı, aynı Kanun'un 3. maddesinde düzenlenen iyi niyet ile birebir aynı niteliği de taşımamaktadır. TMK'nın 3. maddesinde düzenlenen iyi niyet “hakların kazanılması” ile ilgili olduğu hâlde, Kanun'un 2. maddesinde yer alan dürüst davranma “hakların kullanılması” ve “borçların yerine getirilmesinde” söz konusu olur.

İyi niyet, anılan Kanun'un 3. maddesinde ifade edildiği üzere hakların kazanılmasında kazanmaya engel bir durumu bilmemek ve bilmesi gerekmemektir. İyi niyette objektif olarak haksız bir davranış vardır, fakat haksızlık yaptığı bilinci bulunmadığı için hukuk düzeni, bu iyi niyeti korumaktadır. Bu sebeple kanunda belirtilen hâllerde hak kazanan şahsın olumsuz durumu, elverişsiz durumu kaldırılmakta, bertaraf edilmekte, onun hakkı kazanması sağlanmaktadır. Yanlış bir durum doğduğu hâlde, Kanunun 2. maddesinde ifadesini bulan güvenin korunması düşüncesi ile iyi niyetin korunması gerekmektedir. Başka bir deyişle, iyi niyetin korunması, temelindeki dürüstlük kuralı gereği olan güvenin korunmasına dayalıdır. Mesela emin sıfatı ile zilyetten bir menkulün mülkiyetinin kazanılmasında, devredenin tasarruf yetkisine sahip olmadığını bilmeme (yani iyi niyetli olma) başka deyişle tasarruf yetkisinin varlığına güvenme korunmaktadır. İşte bu güveni koruma, dürüstlük kuralı temeline dayanmaktadır. Ancak işaret etmek gerekir ki, bu yakınlık iki kurum arasında dürüstlük kuralı ile iyi niyet arasında mevcut farklılığı ortadan kaldırmaz. Dürüstlük kuralı ahlâki temele dayalı, orta vasıfta, makul ve dürüst bir insanın davranışını göstermektedir. İyi niyet ise sadece bir hakkın veya hukuki durumun kazanılmasına engel olabilecek bir durumu bilmemek ve bilmesi gerekmemektir (Akyol, Ş., Dürüstlük Kuralı ve Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı, İstanbul 1995, s. 10-11).

Objektif iyi niyet olarak da tanımlanan ve dürüstlük kuralını düzenleyen TMK’nın 2. maddesi, bütün hakların kullanılmasında dürüstlük kuralı çerçevesinde hareket edileceğini ve bir kimsenin başkasını zararlandırmak ya da güç duruma sokmak amacıyla haklarını kötüye kullanmasını Kanunun korumayacağını belirtmiştir. Aynı maddenin 2. fıkrasında düzenlenen, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hâkime özel ve istisnai hâllerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme olanağını sağlamaktadır.

Dürüstlük kuralı, bir kimseden dürüst bir insan olarak beklenen davranışı ifade eder. Bir davranışın bu nitelikte olup olmadığı, toplumda geçerli ahlâk ölçülerine gelenek ve göreneklere, karşılıklı uygulana gelen teamüllere ve hakları sağlayan ilişkilerin amacına göre tayin edilir.

Diğer yandan, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığı belirlenirken; o kişinin hakkın kullanılmasında geçerli ve haklı bir yararının varlığı, hakkın kullanılmasının sağlayacağı yarar ile başkalarına vereceği zarar arasında aşırı oransızlığın olmaması, bir kimsenin kendi ahlâka aykırı davranışına dayanmaması ve uyandırılan güvene aykırı davranışta bulunmaması gibi ölçütler hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığını belirler (Oğuzman, M. K.: Medeni Hukuk-Temel Kavramlar, 5. B, İstanbul 1985, s. 154 vd).

Bütün hakların kullanılmasında ve borçların ifasında uyulması gereken dürüstlük kuralı ve hakların genel sınırlarını oluşturan hakkın kötüye kullanılması yasağı, kamu düzeni ihtiyaç ve gerekleri nedeniyle konulmuş kurallardır. Bu nedenle, Kanunun 2. maddesinin her iki fıkrası da emredici niteliktedir. Tarafların aralarındaki ilişkide dürüstlük kuralının ve hakkın kötüye kullanılması yasağının uygulanmayacağının kararlaştırmaları mümkün değildir. Dürüstlük kuralına veya hakkın kötüye kullanılması yasağına aykırı bir davranış, doğrudan hakkın mevcudiyetini ortadan kaldırdığından bir itiraz teşkil eder. Bu nedenle, dava dosyasındaki bilgi ve belgelerden hâkim, dürüstlük kuralına aykırı, hakkın kötüye kullanılması oluşturan davranışı tespit ediyorsa, ilgili tarafından ileri sürülmemiş olsa bile, kendiliğinden (resen) bunu dikkate almalıdır (Dural / Sarı, s. 243-244, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 14.02.1951 tarihli ve 17/1, Hukuk Genel Kurulunun 21.10.1983 tarihli ve 1981/1-30 E., 1983/1000 K. sayılı kararları).

Eldeki davada, Kurumun sigortalının 20.04.1982 tarihi itibariyle resen tescilini yaptıktan sonra 01.04.2008 tarihli tahsis dilekçesi üzerine, uzun bir sürenin geçmesinden sonra yaptığı iptal işleminin güven teorisine aykırı olup olmadığının da tartışılması gerekmektedir. Güven kavramı, temelinde, dürüstlük, samimiyet kavramlarını barındıran ekonomik, sosyal ve kültürel bir kavramdır. Hukuk, uyuşmazlıkların çözümünü zaman zaman güven kavramında ve taraflar arasındaki kaynağını dürüstlük kuralından alan güven ilişkisinde bulmaktadır.

Güven teorisi, her iki tarafın menfaatleri arasında denge kurmayı amaçlar ve kaynağını dürüstlük kuralından alır. Kendine özgü mahiyet arz eden güven sorumluluğu bir kişinin veya kuruluşun davranışlarıyla başkalarında yarattığı haklı beklentiler nedeniyle oluşan güven ilişkisinden kaynaklanır. Temeli Alman Borçlar Kanunu’nda yer alan, borçlar hukuku mevzuatımızda düzenlemesi bulunmamakla birlikte gerek Türk hukukunda gerekse İsviçre hukukunda kendisine uygulama yeri bulan bu teori bir kimsenin kendi yarattığı dış görünüşün meydana getirdiği sonuçlara kendisinin katlanmasının gerekliliği, aksi yönde bir düşüncenin iyi niyet kurallarına aykırılık teşkil edeceği kabulüne dayanır. Bu kapsamda yorum sırasında güven teorisinin uygulanması TMK'nın 2. maddesinde düzenlenen dürüstlük ilkesinin gereğidir. Kanunun getirdiği güvenin korunmasına ilişkin hükümler yanında, tarafların sözlü veya yazılı davranışları bu güven ortamını sağlayabilir. Sağlanan güvenin, güven sorumluluğu kapsamında, hukuken korunması gerekir. Güven sorumluluğunda taraflar birbirlerinden bekledikleri güveni boşa çıkarmamalıdır. Bu itibarla güven teorisi hukuki güven, istikrar ve hakkaniyet düşüncesini esas alır. Hukukun bir amacı da kişilerin gerek birbirleriyle gerekse devletle olan ilişkilerde güven ve sürekliliği sağlamaktır. Yasaya aykırı sakat bir işlemin uzun bir süre sonra geri alınması adalet, hakkaniyet, kamu düzeni ve istikrar ilkelerine dolayısıyla hukuka aykırı olur. Topluma ve kişiye hizmetle yükümlü bir hukuk devleti kişiye haksızlık yapmamak ve kendisinin yararlandığı bir süreden kişiyi de yararlandırmak zorundadır.

Ayrıca 11.09.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6552 sayılı Kanun'un 58. maddesiyle 5510 sayılı Kanun'a geçici 54. madde eklenmiştir. İlgili madde “Mülga 4355 sayılı Ticaret ve Sanayi Odaları, Esnaf Odaları ve Ticaret Borsaları Kanunu, mülga 5373 sayılı Esnaf Dernekleri ve Esnaf Dernekleri Birlikleri Kanunu ve mülga 507 sayılı Esnaf ve Küçük Sanatkârlar Kanununa göre; esnaf ve sanatkâr siciline veya odasına ya da her ikisine birden kayıtları bulunmakla birlikte üye kayıtlarının mevzuata uygun olarak yapılmadığının tespit edilmesi üzerine, Kuruma kayıt ve tescili yapılmakla birlikte, 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (b) bendi kapsamındaki sigortalılık süreleri geçersiz sayılarak iptal edilen sigortalılardan 22/3/1985 tarihinden sonraki sürelere ait prim, gecikme zammı ve gecikme cezalarının 31/12/2013 tarihine kadar ödenmiş olması şartıyla 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (b) bendi kapsamındaki sigortalılıkları başlangıç tarihinden itibaren geçerli sayılır." şeklinde düzenlenerek oda kaydı mevzuata uygun olarak yapılmadığı için iptal edilen ancak prim ödemesinde bulunan sigortalıların mağduriyetlerinin önüne geçmek ve anayasal bir hak olan sosyal güvenlik hakkının zedelenmemesi amacıyla primi ödenen sigortalı süreleri geçerli sayılmıştır.

Tüm bu bilgiler ışığında somut olay değerlendirildiğinde, resen tescil konusunda iyi niyetli olan ve dürüstlük kuralına uygun şekilde davranan sigortalının tahsis talebi üzerine, Kurum tarafından geriye dönük olarak inceleme yapılmıştır. Yapılan inceleme neticesinde davacı sigortalının 20.04.1982 tarihi itibariyle tescili yapılmış olmasına ve primlerin 4247 sayılı Kanun kapsamında ödenmesine rağmen vergi kaydı bulunmadığı gerekçesiyle sigortalılığı iptal edilmiştir. Kurumca yapılan iptal işlemi hukuka uygun değildir. Devletin, iyi niyetli vatandaşın sosyal güvenlik hakkını koruması önemli bir güvencedir. Dava konusu bu işlemin meydana gelmesinde davacının katkısı olmadığı gibi Kurum tarafından resen tescili yapılan ve primleri tahsil edilen dönemin aradan uzun bir süre geçmesine rağmen iptal edilmesi sosyal güvenlik hakkının ihlaline neden olacaktır. Sosyal güvenlik hakkı, bireylerin geleceğe güvenle bakmalarını sağlayan bir insan hakkı olup aynı zamanda sosyal hukuk devleti içerisinde yer alan ve bu ilkeyi oluşturan temel kavramlardan birisidir. Bu nedenle de sosyal güvenlik hukukundan kaynaklanan davalarda Kurum tarafından icra edilen işlemlerin anayasal bir hak olan sosyal güvenlik hakkını zedelememesine dikkat edilmelidir.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, Kurum tarafından davacının 20.04.1982 tarihinde resen tescili yapılsa da aynı tarih itibariyle vergi kaydı bulunmadığı için gerçek bir çalışma olgusundan dolayısıyla da sigortalılıktan söz edilemeyeceği, 4247 sayılı Kanun kapsamında prim ödemesinin 1479 sayılı Kanun kapsamında sigortalılık şartlarını sağlamayan davacıya sigortalılık statüsünü bahşetmeyeceği, bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

Hâl böyle olunca, yerel mahkemenin yukarıda açıklanan hususlara değinen direnme kararı yerindedir.

Ne var ki, bozma nedenine göre işin esası Özel Dairece incelenmediğinden, davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Daireye gönderilmelidir.

IV. SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;

Direnme uygun olup davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekilinin işin esasına yönelik diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için, dosyanın YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,

Karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 06.10.2020 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.

KARARI YAZDIR


Bu kararı Favorilerinize Eklemek için giriş yapın veya üye olun

Bu kategorideki diğer İçtihatlardan bazıları